Hüzün demiştik, hüzün... Gece de demiştik, yalnızlık da demiştik, yastık da demiştik... İçinizi karartmışız vesselam. Ama hüzün bu, demeden olur mu?
Hüznü en derin yaşadığımız zamanlardan biri de akşamlardır. Hani güneş görünmez olur da hava hala aydınlıktır, o zamanlar işte. Loşluk hakimdir havada, hiçbir şeyi net göremeyiz. Sanki her şey yavaşlatılmış şekilde hareket eder. Adımlarımızın sesi geç gelir kulağımıza, görüntü başımızı döndürdükten sonra döner. Bak ne diyeceğim, tam o anlar için bir şey biliyorum:
Müzik!
Tam da o anlar için icat edilmiştir kulaklık. O yaklaşık yarım saat süren tam kararında havayı doya doya yaşamak için kulaklıkları takıp amaçsızca yürümeliyiz. İçimize dolan hüznü fark etmemiz çok sürmez, yalnızca birkaç adım. Sonra ise atın üzerindeki rüya kadının boynundan düşen ve rüzgarda süzülen beyaz şal gibi süzülür ve hüzünle raks ederiz. Hüzünle raks... İnsanlar buna kendinden geçmek diyor. Bizse hüzünlenmek diyoruz, yalnızca hüzünlenmek...
Akşam hüznü bittiği zaman gece hüznü başlar. Hani geçen yazıda anlattığımız malum evre... Hüznün en baba zamanı. Hani hüznü Türk kahvesi olarak düşünürsek köpüğünü sabah serinliğinde içeriz. Serin rüzgarda, tertemiz havayla birlikte... Köpükten sonraki kısımlar öğle ve akşamı çıkarır bize. İşte telvesi de gece olur. Serttir, en acı yeridir. Kahvenin bitmesinin üzüntüsünü duyarız biraz da. O son hüzün öyle serttir ki uykumuzu kaçırır, pencereden sokağı izlemeye zorlar bizi. İlle de hüzünlen, daha çok hüzünlen, diye bağırır sessiz odada. Pencereden baktığımızda evlerin camlarından sokağa uyku sızdığını görürüz. Acaba kaç kişi daha benimle aynı durumdadır, diye düşünmeden edemeyiz. Belki, deriz içimizden. Belki yalnızlığımı paylaşacağım kişi de aynı haldedir şimdi...
Umut...
En güçlü, en derin hüzünler bile umudun doğmasını engelleyemez. Umut, ateşini her ortamda yakabilir ve umut için her şey yakıcıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder